Üstâd Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Tarihçe-i Hayatının Bir Hülâsası

ÜSTÂD BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HZ.'LERİNİN TARİHÇE-İ HAYATININ BİR HÜLÂSASI

Risale-i Nur namlı eserleriyle, İslâm dünyası ve umum insanlık âlemine de büyük bir şöhret kesb eden ve eserleri dersler halinde büyük bir iştiyak ve şevkle okunan BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ kimdir? Hayatı nasıl ve nerelerde geçmiş? Gaye ve hedefleri uğrunda hangi mahrumiyet ve tazyiklere maruz kalmıştır.

Bu zâtın hayat mazisi tetkik ve eserleri dikkatle mütâlaa edilse şöyle bir mâna tezâhür eder ki; Üstâd Hz.’lerinin kendi ifâdesiyle: “Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları nurlandırabilir bir mucize-i Kur’âniyedir.” Bu cümlenin, yâni; Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur hakkında “Bu asrı ve gelecek asrı nurlandırabilir bir mucize-i Kur’âniyyedir” demesi, elbette muazzam bir hakikatın ifâdesidir. Yani: hem ilmi hem irşadi cihette akıl ve kalpleri tatmin ve tenvir edecektir. Bu gibi beyânları, 1930’larda 40’larda söylemiş, mektublarında yazmış, ama şimdi 1990’larda hâdisat ve zuhûrat bu sözleri tasdik etmiş, doğru çıkarmış. Anadolu’nun her köşe ve bucağında Nur Dershâneleri ve buna benzer ilim ve irfân müesseselerinde bugün Risale-i Nur hararetle okunmaktadır. Yalnız Türkiye’de değil, İslâm âleminde ve Amerika ve Avrupa’da gittikçe yayılmakta... Bilhassa münevver kitle dediğimiz mektepliler arasında harâretle, iştiyâkla ve heyecanla intişar ediyor. Elbette bunun, mutlaka çok mühim bir sırrı vardır ki, o da şudur:

Beşer, fıtraten dinsiz olamaz, dinsiz kalıp, hiçliğe ve yokluğa yuvarlanmak istemez. Bir hayat-ı bâkiye ve saâdet-i ebediye, fıtraten müştâk ve muhtaçtır. Üstâd Bedîüzzaman Saîd Nursî, bir mektubunda buna işaret ediyor ve diyor:

“.....Evet kardeşlerim, Hz. İsâ (as) İncil-i Şerifte demiş ki; ‘Ben gidiyorum, tâ size tesellici gelsin.’ –Yani, Ahmed (a.s.m.) gelsin- demesiyle, Kur’ân’ın beşere gâyet büyük bir neticesi, bir gâyesi, bir hediyesi; tesellidir.

Evet; bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zevâl tahribatları içinde ve bu –boşluk- nihayetsiz fezâda, her şey ile âlakadar olan insan için hakiki teselliyi ve istinad noktalarını, yalnız Kur’ân veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır. Bu asırda, en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi isbat eden ve gösteren Risâle-i Nurdur, Çünkü; zulûmât ve evhamın membaı olan tâbiatı, o delmiş, geçmiş, hakikat nuruna girmiş.

On altıncı Söz gibi, ekser parçalarında, hakaik-ı îmâniyyenin yüzer tılsımlarını keşf ve izâh edip, aklı inkardan ve tereddütlerden kurtarmış. İşte bu hakikat içindir ki, bu çok usandırıcı ve dehşetli zamanda usandırmayacak bir tarzda, çok tekrar ile beraber, aklı başında olanları Risâle-i Nur’la meşgul ediyor...

...Risale-i Nur’un en bâriz hâsiyeti; usandırmamak...Yüz defa okunsa, yüz birinci defa yine zevkle okunabilir.....”

Evet, bu mektupta Risale-i Nur’un, hâkaik-ı îmâniyenin yüzer tılsımlarını keşf ve izah edip, aklı inkardan ve tereddütlerden kurtardığından bahsediliyor. Evet Risale-i Nur'un en bariz hususiyeti işte budur ki; Allah'a iman hakikatlarını sayısız delil ve hüccetlerle izah ve isbat ediyor. Bu nokta pek mühimdir. Yani; her şeyin, her meselenin isbat edilerek aklı iknâ eylemesini delil ve hüccet göstermesini isteyen bu asrın insanlarına Bediüzzaman; öyle deliller ve akli-mantıkî bürhânları nazarlarına gösteriyor ki, inkara mecal kalmıyor. Müellifin tabiriyle; güneş gibi parlak, gündüz gibi açık îzah ve beyan ediyor ve kâinatı da baştan başa tevhide, Îmân-ı Billaha delil gösteriyor.

Risale-i Nur’un külliyatından mesela, “Âyet-ül Kübrâ” risalesi bu hakikatlara en bariz bir misaldir.

Kâinatın Hâlıkı olan Allâh’ın varlığını ve birliğini ilân eden, ders veren, başta Kur’ân-ı Kerim olarak bütün semâvi fermanlar ve bütün peygamberler ve başta Hz. Muhammed (a.s.m.) bu büyük ve çok muhteşem ve muazzam davayı ilan ve neşretmişler ve şimdiye kadar milyonlarca tefsirler, ulemâ ve evliyânın kitapları, bu büyük hakikati, yani; İmân-ı Billâh ve Vahdâniyet-i İlâhiye dâvâsını, bütün insanlığın nazarına takdîm etmişler.

İşte; Risale-i Nur müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî Hz.leri ise , mukaddes Kitab-ı Rahmanî olan Kur’an‘dan feyz ve ilham ve Peygamber (a.s.m.)’dan ders alarak, bu büyük dâvâyı, yâni; Allah’a imân, Haşir ve âhirete îmân gibi îmân esaslarını beyân ederken ,birden Âyet-ül Kübrâ eserinde “Kâinat erkânından Hâlıkı'nı soran bir seyyahın müşahedatı.” diye takdim ettiğiiman-ı billah davasını kâinatın bütün mevcudlarını nazara vererek ve onları baştan başa delil ve hüccet göstererek isbata çalışıyor. ‘Başta semavât;yıldızlar kelimeleriyle, arz; nebatat ve hayvanat kelimeleri ve cümleleriyle, git gide tâ kâinat heyet-i mecmuasına kadar’ lisân-ı hâl olan şehadetlerini ve delâletlerini beyan ederek Allah-ü Azimüşân'ın varlığını ve birliğini güneş zuhurunda ve kat'iyyetinde isbât ediyor ve diyor:

"Sarsılmaz bir imân isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılınç arayanlar, Âyet-ül Kübrâ'ya müracaât etsinler."

Hem haşir meselesinde de, yani; öldükten sonra dirilmek, bâki bir hayat, ebedi bir sâadet elde etmek hususunda yine, kâinat dediğimiz şu gördüğümüz madde âlemini ve ondaki esma-i ilâhiye tecellilerini nazara vererek, tecellilerin ebedi âlemde de bâki olacağını beyanla, cennet ve cehennemin vücudunu, bekâ âleminin zûhurunu ispata çalışıyor. Sanki; Karl Marx gibi uluhiyeti inkâr eden, gözünün gördüğünden başkasına inanmayanlara, bu kâinatı bu madde âlemini hadsiz tevhid delilleri olarak nazarlarına veriyor. Said Nursî; o inkârcılara şöyle diyor; ‘O dediğiniz ve inkâra sebeb gösterdiğiniz kâinat, dünya ve içindeki her şey ve bütün varlıklar var ya; işte onlar Kur’an gibi ve peygamber Muhammed (a.s.m.) gibi hâl dilleriyle mütemâdiyen Allâh’a şehâdet ve işâret etmektedirler.’ demekte ve bunun izahını da hadsiz delil ve hüccetler ibrazıyla, ilmi bürhanlar halinde gösteriyor, izah ediyor.

İşte, bir nebze arz edilen bu gibi numûnelere binaen denilebilinir ki; Risale-i Nur, bu asrı ve gelen 21. asrı tenvir edecek bir mucize-i Kur’aniyyedir.

Şimdi, sadede gelelim: Mufassal olarak Bediüzzaman Said Nursî Hz. lerinin hayatını ve ömrünü İslâmiyet yolunda feda edip, geçirdiği mahrumiyet ve meşakkatlerini hemen ifade etmek, şu anda pek müşküldür. Biz de denizden bir katre olarak, onun hayatındaki mühim noktaları beyan edeceğiz.

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ, Rûmî 1293, Miladî 1876 yılında, Bitlis vilâyetinin, Hizan kazasına bağlı küçük bir dağ köyü olan Nurs köyünde doğmuştur. Babaları Mirza Efendi, anneleri Nurîye hanımdır. Said Nursî, çocukluğundan beri, çok faâl ve gayretli olduğundan, yalnız bir üstad ve medresede ders almakla iktifa etmemiş, şark’ın meşhur bütün ûlema ve müteşeyyihlerden ders alıp istifade etmiştir.

Hz. Bediüzzaman ilim tahsilinde Doğubeyazıd’da hali çok gariptir. Bir gün Hocası Mehmed Celalî Hz.lerinin, her kitaptan bir veya iki ders tederrüs etmekle muvaffak olup, mütebakisini terk eylemesini sormasına karşılık Molla Said cevaben:

- Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım, yani bu kitapların neyden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhare tab'ıma muvafık olanlara çalışırım, demiştir.

Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usullerinde göstermek ve bir teceddüd meydana getirmek ve bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit zâyi etmemekti. Bu suretle,alelusul yirmi sene tahsili lâzım gelen ulum ve fünunun zübde ve hülasasının üç ayda tahsil ve ikmâl etmiştir.

Bu sırada kendisi 13-14 yaşlarında idi. Sonra ûlemadan mümtaz simalar ile mülâkat etmeye karar verdi. Doğubeyazıd'dan ayrılarak yollar takib etmeden dağlarda, ormanlarda gece dolaşarak, sahra ve deryalar aşıp Bitlis'e geldi. Oradan büyük biraderi ile görüşmek için Şirvan’a geldi. Şirvan'da kardeşi ile şöyle bir muhavere geçti:

Molla Abdullâh:

-Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?

Bediüzzaman:

-Ben seksen kitab okudum.

Molla Abdullâh:

-Ne demek?

Bediüzzaman:

-İkmâl-i nüsuh ettim ve sıranıza dahil olmayan bir çok kitabları da okudum.

Molla Abdullâh:

-Öyle ise seni imtihan edeyim.

Bediüzzaman:

-Hazırım, ne sorarsanız sorun!

Molla Abdullâh, biraderini imtihan eder. Kifâyet-i ilmiyesini takdir ile, sekiz ay evvel talebesi olan Molla Said'i kendisine üstâd kabul etti ve talebelerinden gizli olarak ders almaya başladı.

Molla Abdullâh'ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt'te gelir. Orada bulunan Molla Fethullâh Efendi’nin medresesine gider. Molla Fethullâh, Molla Said'e:

-Geçen sene Suyûtî okuyordunuz, bu sene Molla Camiyi mi okuyorsunuz?

Bediüzzaman:

-Evet "Cami'yi" bitirdim.

Mola Fethullâh hangi kitabı sordu ise, "bitirdim" cevabını alınca, tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem bu kadar az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı, taacüb etti ve dedi:

-Geçen sene deli idin, bu senede mi delisin?

Bediüzzaman:

-İnsan başkasına kesr-i nefs için hakikatı ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem olan üstâdına karşı hâkikat-ı mahzdan başka bir şey söyleyemez. Emrediniz, söylediğiniz kitablardan beni imtihan ediniz, der.

Molla Fethullâh hangi kitabdan sordu ise cevabını güzelce verir.

Bunun üzerine bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Said'in hocası olan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başlar.

Molla Fethullâh:

-Pek ala, zekada harikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Haririye’den birkaç satırı iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz? diyerek kitabı uzatır.

Molla Said bir yaprağını bir defa okumakla hıfz etti ve okudu.

Molla Fethullâh:

-Zeka ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir, diyerek hayrette kaldı.

Daha sonra hakâik-i islâmiyeden "Şerh-ül Mevakıf", "Şerh-ül Makâsıd" gibi doksan kitabı mütalâayla hıfzetmiş, Van Valisi Tahir Paşa konağında her gece üç saat tekrar etmekle, onları, üç ayda bir, onları bir devrederdi... Said Nursî Hz.leri hayatının son yıllarında bu hususta şöyle der:

"Hâkaikden o doksan kitab, sonra bana evrad hükmüne geçti. Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki benim bu mahfuzatım, bu tekrâratım, Kur'ân'ın hâkaikına çıkmaya basamak oldular, sonra Kur'an'a çıktım. Baktım, her bir Âyet-i Kur'an, kâinatı ihata ediyor gördüm, artık Kur'an bana kafî geldi, başka kitablara ihtiyacım kalmadı."

Molla Said bundan sonra şarkın birçok âlim ve şeyhlerle ilmi münazaralar da bulunmuş, fevkalade acip zekası, ilmi ve hafızasının yüksekliğiyle herkesi hayrette bırakmış ve Bediüzzaman, Said-i Meşhûr ünvanıyla yad edilmeye başlanmıştı. Van’da maruf ûlema olmadığı için Van valisi ricası üzerine Van’a gitmiş, orada ikâmete başlamış.


Sonra Van’dan Şam’a gider. Şam ulemasının ısrarıyla, Câmi-ül Emevi’de, içinde yüz ehl-i ilim bulunan, on bin kişilik cemaatte bir hutbe îrâd eder. O hutbesinde İslâm âleminin, içinde bulunduğu hastalıkları ve bunların tedavi çarelerini beyan eder. Bu hutbe daha sonra “Hutbe-i Şamiye” adıyla tab’ ve neşredilir.

Said Nursî, hem “Hutbe-i Şamiye”de hem “Münâzarat”gibi eserlerinde, İslâm aleminin istikbalde teali edeceğini beyanla şöyle müjde veriyor.

“Evet; ümitvar olunuz! Şu istikbâl-i inkılâbat içerisinde en gür seda İslâm’ın sedası olacaktır” Ve bu müjdesini, isbat ve izâha çalışır.

Said Nursî tekrar Van’a avdet eder. Horhor medresesinde talebeleriyle tedrisata devam ederken birinci hârb-î umûmi patlar. Harb-i umumide Şark cephesinde Ruslara karşı, “Gönüllü Alay Kumandanı” ünvanıyla, talebeleriyle harbe iştirak eder. Cansiperâne fedakarlıklar ve kahramanlıklar gösterir. Erzurum cephesinde, Van Bitlis, Muş’ta muhârebelere iştirak eder. O esnasında, “İşârât-ül İ’caz” ismindeki tefsirini telif eder. Bazen avcı hattında, bazen at üstünde, bazen de sipere girdikleri zaman, kendisi söylüyor, Molla Hâbib yazıyordu. “İşârât-ül İ’caz”ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir.

Bediüzzaman; bu muhârebeler esnasında toplanan binlerce Ermeni çocuğunu serbest bırakıp Rusların içindeki ailelerine geri döndürdü .Bu hareket, Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlakına hayran olmuşlardı. Bunun üzerine Ermeni fedai komiteleri reisleri, Müslüman çocuklarını kesme adetini bırakıp, “Madem Molla Said, bizim çoluk çocuğumuzu kesmedi bize teslim etti, biz de bundan sonra Müslüman çocuklarını kesmeyeceğiz.” diye ahdettiler. Molla Said, bu surette o havalideki binlerle masumların felâketten kurtulmalarını temin etmiştir. O muhârebelerde Bediüzzaman; çok fedakârlıklar göstererek, ahalinin düşman eline geçmesini önlemiştir. Binihâye Bitlis’in sukutuyla Rus’lara esir düşer. İki sene kadar Kosturma’da esir kalır. İki sene sonra, tek başıyla firar ederek, Petersburg, Varşova ve Viyana, Sofya yoluyla İstanbul’a gelir. Hz. Bediüzzaman “Lem’alar” adlı eserinde, esaret hayatını, esaretten firârını ve İstanbul’daki hayatını tatlı ifadelerle beyân etmektedir.

İstanbul’a avdeti büyük coşkuyla karşılanır. Halife’den, Şeyhülislâm’dan, Başkumandan tut, tâ medrese talebelerine kadar büyük teeveccüh ve iltifata mazhar olur ve “Dar-ül Hikmet-ül İslâmiye” aza tayin olur. Burada iki sene âzalık yapar. O ararda Türkçe ve Arapça eserlerini tab eder. İleride bu arapça eserleri, “Arabiy-yül Mesnevî-i Nuriye” adı altında neşredilecektir.

Said Nursî hz.leri, İstanbul’un işgal edildiği 19182de, İngilizlerin siyaset ve entrikalarını ortaya çıkaran birkaç sahifelik küçük bir risale neşreder. Bu gibi kâhramanane hizmetlerinden dolayı, Ankara hükümetinin nazar-ı dikkalerinin celbe sebeb olur ve yeni hükümet, O’nu kerratla Ankara’ya davet eder. Millet Meclisinde hoşâmedi ile karşılandıktan sonra, ibadet ve namaza dair teşvikkârane beyannâmeler neşreder. Fakat Reis-i Cumhur Mustafa Kemal, Bediüzzaman’ın namaz ve ibadete dair beyanatlarına itirazda bulunur. Bunun üzerine Bediüzzaman; birkaç makul cevap verdikten sonra:

-“Paşa..Paşa! İslâmiyette, Îmândan sonra en yüksek hakikat namazdır.” der...

Bunlardan sonra yeni hükümetle uyuşamayarak teşrik-i mesai edemeyeceğini bildirerek Ankara’dan ayrılıp Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyyeden uzaklaşarak, Erek dağı eteğinde idame-i hayata başlar.

Kısa bir müddet sonra, “Şarkî Anadolu’da, ihtilâl ve isyan hareketleri oluyor.” diyerek, Bediüzzaman, Garb-i Anadolu’ya, Isparta’ya nefyedilir. Burada Isparta-Barla’da ki sürgün hayatında, sekiz sene müddetince, Risale-i Nur isimli eserleri telife başlar. “Sözler”, “Mektubat”, “Lemalar”ın on üçüncü cüzüne kadar te’lif ediliyor.

1935 yıllarında ise; yüz yirmi talebesiyle beraber, Eskişehir mahkemesine ve hapsine sevk ediliyor. Burada mevkufen kaldığı bir sene zarfında, yirmi yedi, yirmi sekiz, yirmi dokuz ve otuzuncu lem’a ile, ikinci şuayı te’lif ediyor. Bir ağır ceza hapsinden sonra, Kastamonu vilâyetine sevk ediliyor. Kastamonu’da; karakol karşısında, daima tarassud ve nezaret altındayine sekiz sene kalıyor. Bu ikâmeti esnasıda da üçüncü şuadan dokuzuncu şuaya kadar te’lif ediyor.Yedinci şuâ, Âyet-ül Kübrâ risalesidir.Üstâd’ın Kastamonu’ya gidiyle, oralarda Risâle-i nur yayılıyor...

Sekiz sene Kastamonu’da ikâmetten sonra, Denizli mahkemesine sevk edilmek üzere Ankara ve ıspartaya götürülüp, oradanda Denizli hapishânesine yetmiş tâlebesiyle beraber sevk edildi. Denizli Mahkemesi, bütün dosyayı ve eserleri, Ankara aır ceza mahkemesi yoluyla, profesörler heyetine Risâle-i Nur’u bilirkişi olarak incelettirdi. Eserlerin, tamamen imani veislâami bir keyfiyyette olup, vatan ve millet için gayet nâfi olduğuna dâir raporlar verildi. Bu müsbet raporlar üzerine, Sâaid Nursî ve talebeleri, on ay mevkufiyyetten sonra srbest bırakıldılar. Risâle-i Nur eserleri tamamen geri iade edildi... Beraatten sonra iki ay kadar, Denizlide kalıp bakanlar meclisi kararıyla Afyon Vilâyeti Emirdağ Kazasına nefy edildi. Emirdağ’da dört sene ikâmetten sonra, tekrar 1948senesinin başlarında altmış kadar talebesiyle yeniden mahkeme ve hapishâneye yollandı. Yirmi ay kadar Afyon Hapsinde yattıktan sonra, 20 eylü1 1949 senesinde, yirmi ay mahkumiyyetini doldurarak hapisten tahliye edildi... İki ay kadar Afyon’da ikâmet edip, sonra Emirdağ’a geldi 14 Mayıs 1950 senesinde Demokrat hükümetin iş başına gelmesiyle bir derece serbestiyete kavuştu. 1952’de İstanbul’da Gençlik Rehberi isimli eserinin tâb’ edilmesiyle hakkında yine dava açıldı. Yapılan muhâkemeler neticesinde beraat etti.

İstanbul’da büyük alâka gördü. Bilhâssa İstanbul ve Ankara üniversite talebelerinin, Bediüzzaman’ın eserlerine karşı şiddetli alâkalar vardı. Nur Risâleleri’nin imân esasları aklî ve mantikî deliller ile ispat etmesi, kâinatta ve madde âleminde misaller göstererek ispata çalışması, mektepli gençler arasında büyük bir iştiyâka sebeb olmuştur.Çünkü; şimdiye kadar, böyle bir eser yazılmamış ve duyulmamıştı. Naklî olan imân ve Kur’an hakikatlarını delil ve hüccetler ile ispat ederek akıl ve mantık ölçüleriyle ders vermesi, bu zamanda sanki mânevi bir atom bombası ve Kur’an’ın elinde mânevi bir elmas kılınç gibiydi.

Bediüzzaman; eserlerinde, aklı ve nakli birleştirmişti.

Hülâsa; Bütün ömrü boyunca dâim karakol ve jandarma nezareti altında hayat geçiren Bediüzzaman hz.leri, sürgünde, hâpishanede, nerede olursa olsun; Kur’an haakikatlarını neşredip, gayret ve şeceatle Risâle-i Nur’ların te’lifiyle meşgul olmuştur.

Üstâd hz.leri, hakikatde sevk-i ilâhi ile gittiği yerlerde bir çok dostları ve talebeleri meydana gelmiş ve Risale-i nur yayılmıştır.

Afyon Hapsinden evvel, 1947’den itibaren teksir makinasıyla Nur mecmuaları Isparta ve İnebolu’da neşre çalışılmıştı. Afyon Mahkemesinin '56'da Diyânet İşleriyaseti müşavere kurulunun bütün Risale-i Nur Külliyât’ını tek tek inceleyerek her bir Risale haakkında, müspet ve faideli Kur’anî bir tefsir olduğuna dair rapor vermesi üzerine, mahkemece Nur Risalelerinin beraat ve iaadesine karar verildi. Bunu müteakip, Üstâd Bediüzzaman’ın izniyle Ankara ve İstanbul’da üniversite talebeleri ve Diyânet İşleri âlimleri beraberliğiyle Risâle-i Nur, matbaalarda yeni harfle basılmaya başlandı. Tez ve süratle Nurlar her tarafta yayılmaya başlandı.

Üstâd hz.leri, hayatlarının son dönemlerini, Isparta’da, hizmetindeki talebelerinin arasında geçirdi. Ankara ve İstanbul’da neşr edilen bütün Nur mecmuaları, Üstâd’ın huzuruna formalar halinde getirip, okunurdu. Üstâd hatt-ı Kur’an ile yazılan risalelerden takip edip, yanındaki talebeleri okur ve böyleece tashih edilen formalar matbaalarda basılırdı. Maalesef, bu arada Üstâd ve Risale-i Nur’lar hakkında mahalli ve yeni yeni mahkemelerde devam etti. Ama, o din düşmanları, sürgünler, hapisler ve ağır ceza mahkemeleri ile Risale-i Nur’un parlak hakikatlerini söndüremediler. Aksine bu ağır devirde Nur talebeleri süratle çoğalıyor ve Risale-i Nur’un her yerde yayılması için ciddiyet gösterip, bu hizmete bel bağladılar. Ve Allâh’ın inâyetiyle hem Nurlar hem talebeler berâat ettiler. Bundan sonra Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar, Asâ-yı Musa, Mesnevî-i Nuriyye, İşârât-il İ’caz, Tarihçe-i Hayat, Sikke-i Tasdiki Gaybî.. mecmualar şeklinde tab’ ve başka küçük risaleler neşredildi.

Üstâd Bediüzzaman Said Nursî hz.leri hayatının son senesinde Ankara ve İstanbul’a teşrif ederek oralarda bulunan ve Risale-i Nurları neşreden talebelerine son vasiyeti hükmünde müsbet hizmet tarzını ders vererek yazdırdı ve neşrettirdi. Bu mektup ve hz. Bediüzzaman’ın bu son dersi imân ve Kur’an ve İslâmiyet hizmetinde bulunanlara, bilhassa, bu zamanda imtisal edeceklerinin güzel, verimli ve muvafıkiyetli hizmet düstur-larıdır.”Müsbet hizmet tarzı” Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’un te’lifi ve neşri gibi, bu asrın in-sanlarına ve gelecek nesillere yepyeni ve güzel bir hediyesidir. Şöyle ki:

“Aziz kardeşlerim!

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i îmâniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet îmân hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Meselâ:

Kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya'da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî'de i'dam teh-didine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet meselâ: Seksen bir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünki asıl mes'ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. "VELÂ TEZİRU VÂZİRETEN VİZRA UHRÂ" düsturu ile ki: "Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes'ul olamaz." İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâm'da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk'a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz."

Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, "Benim vazifem hizmet-i îmâniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir." deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur'andan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir...”

“...Ben tek başımla daha evvel aleyhimde ki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, ohizmet-i imâniyyede muvafık olduğum halde; şimdi milyonlar Nur Tâlebeleri olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahrikatlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz.Baktığımız vakitte onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz...”

“Şimdi küfr-ü mutlak, öyle cehennem-i manevî neşrine çalışıyor ki, kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur'an'ın "Rahmeten lil-âlemîn" olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; âhirete îmân, Allah'a îmân ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev'-i beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki; o manevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalalet kısmı; yani Kur'anla barışmayan, yoldan çıkmış, Kur'ana muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmağa başlandığı için; şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. "Dinsiz bir millet yaşamaz" hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-ı halde yaşanmaz. Onun için Kur'an-ı Hakîm, bu asırda bir mu'cize-i maneviyesi olarak Risale-i Nur şakirdlerine bu dersi vermiş ki; küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin'i, hem yarı Avrupa'yı ve Balkan'ları istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur'an-ı Hakîm'in bu dersidir ki; o hücuma karşı sed çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak... Çünki bir İsevî müslüman olsa, İsa Aleyhisselâm'ı daha ziyade sever. Bir Musevî müslüman olsa, Musa Aleyhisselâm'ı daha ziyade sever. Fakat bir müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.

Onun için Cenab-ı Hakk'a şükür Kur'an-ı Hakîm'in işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arab milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu'cize-i Kur'aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve onaltı sene evvel altıyüzbin adamın îmânını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş. Demek Risale-i Nur; beşeri anarşilikten kurtarmağa bir derece vesile olduğu gibi, İslâm'ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arab'ı birleştirmeye, bu Kur'anın kanun-u esasîlerini neşretmeğe vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.


Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur'an'a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünki ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuzbin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara; hem şahsın i'dam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da i'dam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, Cehennem'den on defa daha fazla dehşetli Cehennem azabı çeker. Demek o Cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünki herbir insan akrabasının saadetiyle mes'ud, azabıyla muazzeb olduğu gibi; Allah'ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azablar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var: O da Kur'an-ı Hakîm'dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır...”

Hz. Üstâd hayatının son senelerin de İstanbul Ankara ve Konya’yı ziyarette bulumuş.buralara teşrifi müslümanların ziyadesiyle sevidirmiştir. Fakat bazı din düşmanları desiselerle asılsız neşriyatlarla ehl-i idare ve hükümeti evhamlandırdılar.Bunun üzerine Hz. Üstâd’ın, Isparta ve Emirdağ’da ikamet müddetleri uzatıldı. Ve ikamet ettiği evin kapısında, yeniden gece gündüz polis nöbet beklemeye başladı.Hz. Üstâd 1960 yılının mart ayında Ramazan-ı Şerifi talebelriyle Isparta’da geçirip, beraber teravih namazlarını eda ettikten sonra hastalandı ve Urfa’ya gideceğini emir ve beyanda bulundu ve hizmetinde bulunan bazı talebeleriyle beraber Urfa’ya giderken, yolda hasta haliyle talebelerine: ”Merak etmeyiniz.. Merak etmeyiniz!.. Ben, beş komitenin bellerini kırdım.” Diye defalarca beyanda bulunmuştur. Yani, Âyet-ül Kübrâ gibi,Allah’a îmân hakikatlarını, güneş gibi isbat eden Nur Risaleleriyle, inkarı ulûhiyyet fikrini neşreden tabiyyun ve maddiyyun fikirlerini zir-ü zeber etti.

Urfa’da iki gün kaldıktan sonra, nihâyet Ramazanın 25’inde, yani 1960’ın 23 Martında ebedi hayata intikal etti. Hz. Üstâdın beyanatları üzrine vefatlarından sonra, Hizmet-i Nuriyye, her tarafta parlak nurunu saçmış ve neşretmiştir. Üstâd’ın ifadesiyle: “Risale-i Nur, Kur’an’ın elinde bir elmas kılınç olup, küfür ve ilhada ve dinsizlik cereyanlarına karşı, mânevi bir atom bombası gibi bir mahiyet kazanıp, inkâr ve dâlalet cereyanlarına karşı mukabele etmektedir.”

Şimdi ise, Risale-i Nur, Türkiye’nin bütün vilayet ve kazalarında yayılıp tâ köylere kadar, Nur medreseleri açılıp, sayısız gençler ve genç nesiller Nur Risalelerini tâ’lim ve tedrisatta bulunmaktadırlar. Buna mümasil,bütün lise ve üniversite talebelerine Nur Risaleleri ile, Îmân ve İslâmiyet hakkında akıl ve mantığa dayanan, delil ve hüccete istinad eden imân ve Kur’an dersleri yapılmaktadır. Avrupa ve Amerika ve Dünyanın bir çok sair ülkelerinde ve âlem-i İslâm ve Asya ülkelerinde bilhassa Türkî cumhuriyetlerde ve Malezya ve Endonezya ve Avustralya gibi uzak doğu ülkelerinde Nur Risaleleri, başta İngilizce ve Arapça olmak üzere, otuz kadar lisanlara tercüme edilmiş ve okunmaktadır.

Risale-i Nur’un okunması, ders ve tâlimi hakkında, Üstâd Bediüzzaman’ın bir çok vasiyetleri vardır. Bir kitabında diyor: “...Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı, benim değildi; belki Risale-i Nur'un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş...”

Yani; bu beyanda Risale-i Nur’un Bediüzzaman olduğunu, manevi ve ebedi Bediüzzaman olarak devam edeceğini ifade etmektedir.

Vasiyetlerinde: Risale-i Nur; Kur’an-ı Hâkim’in mânevi bir mucizesi olduğunu, istikbali tenvir edeceğini ve bilhassa, gelen 21. Asrın manevî bir mürşidi olacağını ihtar etmektedir ve ziyaretçiler hakkında yazdığı bir mektubunu ikamet ettiği evinin dış kapılarına astırıp, her ziyaretçiye okutturmuştur. Ve bununla kendisi vefat ettikten sonra, ilmî ve manevî ve irşadı hakikat-ı Kur’aniyye derslerini Risale-i Nurlarla devam edeceğini müjde vermiştir. İşte onlardan birisi şudur:

“Benimle görüşmek isteyen aziz kardeşlerime beyan ediyorum ki: İnsanlarla gö-rüşmeye zaruret olmadıkça tahammülüm kalmadığından, hem şimdi tesemmümden, zafiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil, kat'iyyen size haber veriyorum ki: Risale-i Nur'un her bir kitabı bir Said'dir. Siz hangi kitaba baksanız benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Ben şuna karar vermiştim ki; Allah için benimle görüşmek isteyenleri görüşmediklerine bedel her sabah okuduklarıma, dualarıma dâhil ediyorum ve etmekte devam edeceğim...Risale-i Nur bana hiç ihtiyaç bırakmıyor. Konuşmaya lüzum kalmadı...” demektedir.Bu hakikatlı beyan, âyniyle zuhura gelmiştir ve gelmektedir ve mânevi Bediüzzaman, daima iş başında hizmet-i imâaniyyenin devamındadır gibi bir tezâhürü görünmektedir.

Hizmetinde bulunan tâlebe ve hizmetkârları




Hz. Üstâd Bediüzzaman’ın Risâle-i nur’un teklifindeki yüksek ilmi ve edebi hüviyeti ve bulunduğu zamanın gerçeklerin iyi bilmesi, Kur’anî bir yol olan Risâle-i Nur’un mesleki, meşrebi ve gerek ahval-i şahsiyyesi ve gerek hizmette takib ettiği esasslar ve düsturlar hakkında tatmin edici beyânve izahlar Risâle-i Nur Külliyâtın’da bilhassa Mektubât’ta, İhlâs Lem’a’larında, Kastamonu ve Emirdağ Mektupları’nda geniş tafsil ile izah edilmiştir ve bilhassa yukarıda bir nebze bahsettiğimiz hayatının son senesinde Ankara’da son vasiyeti hükmündeki son dersinde ehemmiyetli esaslar vasiyet etmiştir. Bütün bunları mezkur risâle ve mektıplarqa havale ediyoruz. Bilhassa, İslâm âleminde hizmet-i kur’âniyyede bulunan veeya bulunmak isteyen herkese güzel hayâtî düsturlar o risalelerde beyan edilmiliştir. Şimdi, Hz. Bediüzzaman’ın son Isparta hayatında, 1955’lerde “Reisicumhura ve Başvekile” diye yazdığı mektubunu, hizmet ve gayesini hulasa ettiği mülâhazasıyla aşağıya dercediyoruz. Hz. Bediüzzaman bu mektubunda iki mühim noktayı nazara veriyor:

İmanı kurtarmak ve tahkikik yapmak için Kur’an’da kısa bir yol bulunduğunu, bu zamanın bu fen ve ilim asrında bulunanların, bu Risâle-i Nur’a ihtiyacını belirtir.



Mısır Cami-ül Ezher’i gibi Asya’da da daha büyük ve daha muazzam bir üniversite lüzumunu ve bununda dört-beş müslüman devletlerin merkezi hükmündeki Şarki Anadoluda; Van, Bitlis, Diyarbakır civarında olmasını bu suretle müslümanlığa en büyük tehlike olan ayrılık ve ırkçılık fikirlerine mukabele edileceğini izah eylemektedir:


Reisicumhura ve Başvekile

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikatı beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak'la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm'ın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i ammenin teminine kat'î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım. Otuz-kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri îmânı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur'anın bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur'un Arabistan ve Pakistan'da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen mikdarın üç misli Risale-i Nur'un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Sâniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında "kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir. Sizin bu defa ki Irak ve Pakistan'la pek kıymettar ittifakınız, inşâllah bu tehlikeli ırkçılığın zararını defedecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine, dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahibelerinin dostluklarını bu vatan milletinekazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.

Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’an’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu, İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’an’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmışbeş sene evvel bu cereyana karşı, Kur'an-ı Hakîm'den istimdad eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile, altmışbeş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:

Birinci Vesilesi: Risale-i Nur'dur ki; uhuvvet-i îmâniyenin inkişafına kuvvet-i îmân ile hizmet ettiğine kat'î delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde te'lif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm'ın ekserî yerlerinde ve Avrupa ve Amerika'ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir. İnşâallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zâtlar, bu mu'cize-i Kur'aniyenin cilvesini âlem-i İslâm'a işittireceksiniz.

İkinci Vesilesi: Altmışbeş sene evvel Câmi-ül Ezher'e gitmek istiyordum. Âlem-i İslâm'ın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi-ül Ezher Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika'dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile "İNNEMEL MU'MİNUNE İH-VETUN" Kur'anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla tam musalaha etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkıyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir dârülfünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam ellibeş senedir Risale-i Nur'un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altun lira verdiği gibi, sonra ben eski harb-i umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara'da mevcud 200 meb'ustan 163 meb'usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayd ve garblılaşmak ve an'anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb'uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki: "Biz şimdi ulûm-u an'ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garblılaşmaya ve medeniyete muhtacız." Ben de cevaben dedim:

"Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garbda gelmelerinin delaletiyle; Asya'yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garblılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkıyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet'in hakaikına kat'iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van'da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?" dedim. Dedi: "Ben Müslüman bir Türk'ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünki tam îmâna hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aks-ül amel ile, o da Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd'ü, sâlih bir Türk'e tercih ediyorum." Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum!

İşte bu cevabımdan sonra, an'ane aleyhinde ve her cihetle garblılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını afvetsin, şimdi vefat etmişler.

Râbian: Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes'ele yapıp, hattâ hârika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kal'ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm faideli hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünki hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir, îmânsızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası, ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir. Madem elli beş sene bu mes’ele ye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikı ile ve neticeleri ile tedkik etmiş bir adamın bu mes'elede re'yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken; Amerika'da, Avrupa'da bu mes'eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes'elede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî




Üstâd Bediüzzaman Said Nursi Hz.'leri 1925-1926’da Van’dan Isparta’ya nefyedilip, Barla nahiyesinde sekiz sene ikâmet ederek, hem Barla, hem Isparta ve 1935’te Eskişehir hapishanesinde te’lif edip, talebelerin kalemleriyle etrafa neşre başladığı Risâle-i Nur hizmetinin ehemmiyetini bahsettiği risâlelerinde ve bütün mahkeme müdafaalarında müsbet hizmet tarzını nazara verir ve “Kur’an bizi maddi mukabeleden men’ etmiştir.” der. Buna delil olarak bir Ayet-i Kerimenin (Bakara sûresini 256-257 âyetleri) 1930-1934 tarihlerine işâret ettiğini beyanla âyetin hakikatını şöyle tefsir eder:

“Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur'an'dan çıkacak diye haber verip, bir lem'a-i i'caz gösterir.

Hem tâ "HALİDUNE" kelimesine kadar Risale-i Nur'daki bütün müvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o müvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı manevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur'dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun manevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.

Evet hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lem'a-i i'cazı bil'fiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki; Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar ve hakikî şakirdleri en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona der:

"Ey bedbaht! Ben seni i'dam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum. Sen benim ölümüme ve i'damıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa ve âhirette ceza ve belaların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi defol; senin ile uğraşmam, ne yaparsan yap." der. O zalim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, keşki kurtulsa idi diyerek ıslahına çalışır...” demektedir.

Malum olduğu üzere bu ifadelerdeki; “iman-ı tahkikî kılıncı” ve “o tarihte bulunan cihad-ı manevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur'dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun manevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.” demekten murad; Ayet-ül Kübrâ gibi imân hakikatlarını güneş gibi ispat eden hadsiz delil ve hüccetlerle aklı ve kalbi ikna eden, Kur’an’ın ve İslâmiyetin hakkaniyetini ilim ve hikmet diliyle beyan eden Nur risâleleridir. Çünki, bu risâleler fen ve felsefeden gelen şek ve şüpheleri izale etmiş ve dünyada ne kadar inkar-ı ulûhiyyet ve dalalet fikirleri varsa, umumunu mağlub etmiştir ve Allâh’ın varlığını kâinatın zerreleri adedince ispat etmiştir. Ve İslâmiyetin yakın bir gelecekte, beşeriyetin din-i fıtrisi olacağını ispat ve beyan etmiştir. Hatta bu ispat ve izahların ve bu hâkikat-ı Kur’âniyenin ve imâniyenin neşri neticesinde şu hususu nazara verir:

“...İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat'iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna' eden Kur'an ile bir musalaha veya tâbi' olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur'an'a kılınç çekemez...”

***
Önceki Sayfa
Copyright © 2022 SaidNur.com | Tüm Hakları Saklıdır.